Size bir sır vereyim mi?
Lizbon’a giderken sadece gidiş biletinizi, bir de kalacağınız oteli ayarlamanız yeterli!
Dönüş biletinizi bile oradayken, seyahat danışmanınızla organize edebilirsiniz. Çünkü Lizbon, o kadar kendi akışında bir şehir ki…
Nerede, ne yiyeceğiniz, hangi restorana rezervasyon yaptıracağınız, hangi mağazadan ne alacağınız, nerede eğleneceğiniz gibi sorular aklınızda uçuşmasın. Lizbon; sizi içine çeken, sanki hep burada yaşıyormuşsunuz da akşam yemeği için alışverişe çıkmışsınız hissi uyandıran, deli dolu yaşayan ama bir o kadar da huzurlu bir şehir. Dedik ya; Lizbon’da her şey kendi akışında.
Avrupa’nın en ucunda, sanki biraz da mahsun ve yalnız bırakılmış bir afacanlığı var kentin. Sokaklarındaki binalar terk edilmiş, hüzünlü; insanlar sanki uzun bir yoksunluğun kokusunu üzerinde taşıyor. Binaların dışına asılan çamaşırlardan yaşam hikâyelerini tahmin etmeye çalışırken ve hep noksanlık üzerine senaryolar üretirken buluyorsunuz kendinizi. Halbuki burada hikâyeler bambaşka… Yazılan ve üretilen yeni dünyanın tüm kurtarıcı trendleri, burada yaşam stilinden öte, çoktan yaşamın kendisi olmuş bile…
Yoksunluk ya da azlık değil, eskiye, yaşanmışlığa bir saygı var bu şehirde. Binaların dışını kaplayan, renkleri solmuş, yer yer kırılıp dökülmüş fayansları, bugünün duvar sanatçılarının “mural sanat eserleri” ile tamamlanmış. Kafanızı uzatıp, evlerin içlerindeki yaşama dahil olabileceğiniz kadar dar yokuşlarda yürürken, şehrin yükünü taşıyan yorgunlukları taşıyormuş gibi bir his veren elektrikli tramvayların hepsi de geçmişine sadık kalarak günümüze uyarlanmış. Siz ise içinde yolculuk ederken, yeniliğini anlamıyor, nostaljik bir ânı sizden çok önceki bir nesille paylaştığınızı hissediyorsunuz.
Vintage kıyafet mağazalarının rengarenk parlayan vitrinlerindeki deri eldivenlerden seçerken, şarap evinin sahibinin büyükbabasının aile yemeklerinde kullandığı kadehle port tadımı yapabiliyorsunuz. Bazen de arkasında tarih ve notlar yazan, siyah beyaz fotoğrafların çıktığı kitapları bulabildiğiniz bir sahafta kahve içiyor ya da hemen yanında 120 yıldır her Noel’de aynı peynirleri satan tarihi bir “mercado”da tüm gününüzü geçirebiliyorsunuz.
‘Eski’ bu şehirde atılmıyor ya da unutulmuyor; üzerine yeni anılar eklenerek hep renkleniyor.
Vegan olmanın sadece bir itiraz olmadığını da görüyorsunuz bu şehirde. Aramıyorsunuz ne yapacağınızı, o sizi zaten buluyor. Çünkü birileri çoktan, dünyayı değiştirmek için önce kendini değiştirmek gerektiğini keşfetmiş. Vegan restoranlar, kendi çöpünden kompost gübre yapıp tarım çiftliklerine gönderen vitamin barlar, doğanın özüne saygılı ve ihtiyacınızı karşılayacak kadar çok ama çevreye zarar vermeyecek kadar az çeşit sunan kozmetik ve giyim mağazaları… Gezegenin geleceğini önemseyen Lizbon’da, doğaya saygının iç huzurunu her adımda hissediyorsunuz.
Şehirde bir meydanda kahve molası için oturduğunuz “outosouque”da yan masanızda sipariş veren bir “homeless” ile ona tütün saran Portekizlinin sohbetini dinlemenin umut dolu ışıltısı da yüzünüzde belirebilir.
Kısa bir hafta sonu tatili için gitmiş olabilirsiniz; yine de tavsiyelerimiz olacak. J
Şehrin eski şehir merkezi Bairro Alto’da ya da speak easy barlarda, lokal kokteyllerle gece hayatının hareketli çocuğu Chicado’da seçin otelinizi. Şehrin tarihi simgesi Bairro Hotel, rezervasyon sırasında avantajlar alabileceğiniz SLH grubu oteli Lumiares Hotel and Spa, Pousada de Lisboa, tam hareketin içindeki AlmaLusa ve küçücük Brown’s Central Hotel ve Le Consulat alternatifleriniz arasında olmalı.
“Hayır, ben biraz daha şehrin gürültüsünden uzakta, kendimi lüks içinde şımartmak istiyorum” derseniz, geniş bir parka bakan The Ritz Four Seasons hâlâ şehrin en iyilerinden. Bahçe peyzajıyla göz dolduran Torrel Palace ve kısa sürede şehrin trend buluşma yerlerinden biri haline gelen Valverde Hotel’i de seçenekleriniz arasına alabilirsiniz.
Sabahın erken saatlerinde Belem bölgesine taksi ile geçmenizi tavsiye ederiz, hatta daha da komik ve eğlenceli bir alternatif ararsanız, şehrin post-pandemi yeniliklerinden biri rehberli tuk tuk’lara binebilirsiniz. J Kısa bir yolculuk olsa da nehir kıyısında fadolar eşliğinde, size kendi şehrini heyecanla anlatan biriyle sohbet etmek güzel bir anı olacaktır.
Manuelin dönem mimarisinin en göz alıcı örneklerinden biri olan Jerónimos Manastırı’nın dantelle işlenmiş izlenimi verdiğini de söyleyelim. Tek kelimeyle müthiş! Hindistan’a yaptığı son seferinde ölen ve naaşı aylar sonra Lizbon’a getirebilen, Avrupa tarihinin en önemli kaşiflerinden Vasca do Gama’nın anıt mezarının da içinde olduğu manastır, aynı zamanda Unesco Dünya Mirası Listesi’nde. Adeta küçük kardeşi gibi ona karşı kıyısından özenen Belem Kulesi ise yine aynı mimarinin zarif bir devamı niteliğinde. Vahşi mi, kahraman mı olduğuna bir türlü karar verilemeyen ama Avrupa ekonomi tarihinin gidişini tamamen değiştiren Vasca do Gama’nın anısına yapılan Belem Kulesi’nin biraz ilerisinde ise tüm heybetiyle Kaşifler Anıtı var ve adeta okyanusa açılan Portekiz tarihine saygı duruşunda… Çocukların ve gençlerin bu heykelin hemen altında yelkenli eğitimleri alıp denize açılmaları ise belki de bu yüzden rastlantı gibi gelmiyor.
200 yıla yakın tarihiyle etkileyici Pasteis de Belem’de kahve eşliğinde kremalı Pastel de Nata yemek için mola vermeyi unutmayın çünkü ardından şehre dönerken tavsiye edeceğimiz bisiklet yolculuğu için enerjiye de ihtiyacınız olacak. J
Lizbon, bisikletliler, koşucular ve pandemi döneminin en gözde ulaşım aracı scooter’lar için ideal bir şehir, tabii ki dik yokuşlarına kadar. Orada ise yardımınıza şehrin tüm yükünü omuzlamış nostaljik tramvaylar devre giriyor, endişeniz olmasın. Şehrin dar sokaklarında arabayla bir yere gitmekle yürümek arasında süre olarak neredeyse hiçbir fark yok. Ben bir şehri yürüyerek dolaşınca daha iyi tanıyanlardan biri olduğum için Lizbon hep ilk sıralarımda olacak.
Bir filmin içinde gibi hissettirecek bir önerimiz daha var. Belem’de nehrin hemen kıyısında sıralanmış onlarca bisikletten birini kiralayın, sepetine bir de hoparlör koyun. İşte şimdi, okyanusla kucaklaşan nehir boyunca, sevdiğiniz müzikler eşliğinde tatlı bir sürüş deneyimi sizi bekliyor. Güneşli bir güne denk geldiyseniz, nehrin kıyısına sıralanmış karavanlardan birinden kahve alıp, şehir yönetimi tarafından yerleştirilmiş şezlonglarda keyif yapabilirsiniz. Ya da benim gibi kışın gittiğiniz bir seyahatse bu, sıcak şarap molası da olabilir. 😉
Nehir kıyısında ilerlerken karşı caddenizde Portekizli sanatçılarının son dönem eserlerini görebileceğiniz “The National Museum of Contemporary Art” ziyaret noktalarınıza eklenebilir. Hemen ilerisinde Chicado’ya doğru ilerleyip şehrin içine doğru girdiğinizde, dükkanları, kafeleri ve restoranları ile kreatif yaşamın merkezi olan LX Factory’de zamanı unutabilirsiniz.
Bisikletinizi park edip, tramvayla Rua Dom Pedro V’a doğru ilerleyin. Yerel döngüyü en iyi şekilde uygulayan, Y kuşağının temsilcilerinden Şef Kiko’nun Peru restoranı a Cevicheria’da öğle yemeğini programınıza dahil edin. Restoran rezervasyon kabul etmiyor, bu yüzden gittiğinizde uzun bir sıra beklemeye hazır olun. Ama panik olmaya gerek yok, dışarda sıra beklerken restoranın kendi yerel üretimi Pisco Sour ile yapılmış flüt bardaklarda alacağınız kokteyli yudumlarken, sizin gibi sırada bekleyen diğer insanlarla arkadaş sohbetine girmeniz kaçınılmaz.
Kendinizi Avenue Libardade’ye doğru yokuş aşağı bırakın. Ara sokaklara dalın, hiç çekinmeyin! Şehrin butik kahveci zinciri Copenhagen Coffee Lab’in herhangi birinde mola verip kahve için ya da Çin mahallesindeki rengarenk karmaşanın içinden yürüyün. Hemen yanında müzikleri sokağa taşan, tütsü kokulu Hint mahallesini pas geçip ara sokaklardan devam ederek Graça’ya ulaşın. Vinho do Graça’da Port şarabı tadımı yapın. Şarap evinin sahibine, lokali denemek istediğinizi söyleyin ve kendinizi ona bırakın. Şaraplara uyumlu, ülkenin kuzeyinden gelen çeşit çeşit peynirleri 20 yıla kadar dinlendirilmiş porto şaraplarıyla nasıl eşleştirdiğine tanık olacaksınız zaten! Pişman olmayacaksınız; hatta çıkarken “İstiridyeyi vinho verde ile de denese miydik?” soruları kafanızda olacak.
Çok az yürüyerek çıkacağınız ufak bir yokuşun ardında, on iki farklı şapelle devasa bir karşılama salonunun süslendiği Lisboa Crista Kilisesi’nin tam önünde önce tüm şehri, ara sokakları ve ardından uçsuz okyanusu görebileceğiniz seyir terasında Instagram post fotoğrafınızı da çekin. Siz poz verirken, birbirine seslenen komşu kadınların ve sokakta oynayan çocukların sesleri kulaklarınıza dolacak.
Lizbon’da alışveriş denilince akla gelen çok yer var ama rotanıza NAE’yi de ekleyin derim. NAE’nin, vegan üretim ayakkabılarından almak isteyeceğinize eminim.
Alışveriş sonrası acıkırsanız ve deniz ürünlerini seviyorsanız Sea Me tam sizlik! Avrupa’nın okyanusa açılan kapısı Lizbon’da, Sea Me’nin iki şubesi var. Sushi ya da balık alabiliyorsunuz. Tezgâhtan seçtikleriniz pişirilip masanıza getiriliyor. Hem salaş hem modern nasıl bir arada olur, bu müthiş uyumu Sea Me’de yakalıyorsunuz.
Okyanusun kıyısında olunca deniz ürünleri seçenekleri de sınırsız oluyor. Tabii deniz ürünlerinden oluşan harika lezzetler de. Mar ao Carmo da bu seçenekleri lezzet ve şıklıkla bir arada sunan yerlerden biri. Özellikle klasik seviyorsanız ve tarihi de yaşamak istiyorsanız, Mar ao Carmo’da yemek yemeden dönmeyin derim.
Kim bilir, belki de bu gezi yetmeyecek, kendisine aşık eden Lizbon’a bir kez daha gitmek isteyeceksiniz.
Editor : Engin İnce
Sestri & Dinle
Merhabamız rengini Ege’den alır…
Kırmızımız rengini Mevlana ve Yunus’un Aşk’ından getirir…
Boyandık yola düştüğümüzde Ege’den maviye; karadaki denizden de kırmızıya.
Şimdi Sestri ve Dinle birlikte boyayacak tüm dünyayı ve Anadoluyu yeniden ve en yenisinden maviye kırmızıya….